Bilgisayar ve konsol oyunlarında seçtiğiniz zorluk derecesine göre adım adım rakiplerinizi geçer, düşmanlarınızı havaya uçurur, bazen saklanır ve bulmacaları çözer ama hep ileriye gidersiniz. ATARI oyun makinelerinden beri oyun dünyasının çok sevdiği bir kavram vardır:
BOSS. Patron. Ya da bölüm sonu canavarı.
Adamlarını hakladığınızı görünce devasa cüssesiyle sahaya inen, bir türlü ölmek bilmeyen bir rakiptir bu. O ana dek sahip olduğunuz tüm beceriyi sonuna dek zorlar. Etap tek parçadır. Bir yerlerde ölürseniz, o bitmek bilmez kaçma, saklanma, ateş etme sürecine yeniden başlar, o arada canınızın bitmemesine dikkat eder ve süper silahlarınızı kilit noktalarda kullanırsınız.
Bölüm sonu canavarı, daha önce görmediğiniz bir hızda, uyum yeteneğinde ve kurnazlıktadır.
İnsanın kendini arama yolculuğu, başladığınız yere göre değişir. Kimileri psikoloji bilimiyle, kimileri meditasyonla, kimileri dini bilgilerle, kimi insanlarsa toplum içinde var oluşlarıyla insanın varlığını çözmeye çalışır. Deneyim artıp olgunluk geldikçe, dikkat bizi Gözlemci’nin varlığına götürür.
İnsan kendi kendisini gözleyen bir bilince sahiptir. Bu gözlemci biraz geriden, içeriden dışarda gördüğü dünyayı, içinden baktığı bedeni, aklı ve duyguları kesintisiz bir dikkatle izlemektedir.
İnsan, Gözlemci’nin bu gözlemine odaklandığında kolaylıkla şunları söyleyebilir: “Ben beden değilim, ben hissedilen duygularım değilim, ben aklımdan geçen düşünceler de değilim. Ama bunları izleyen saf gözlemciyim. Gözlemcinin ise ne olduğu hakkında bilgim yok.”
Ne zaman Gözlemci konuşmaya kalksa, düşünce veya bedenin ağzı konuşur.
Gözlemci ne zaman kendisini bulmaya çalışsa, kaygan bir balığın elinizden kayıp denizde kaybolması gibi sıyrılıp gider.
Böylece, arayıcı için Gözlemci, yolculuğunda sığındığı kalesi olmaya başlar.
Ne denli bu dünyanın dışına çıkıyorsa, şimdinin içinde düşlere, kaygılara, gelecek beklentilerine, geçmiş üzüntülere dalmıyorsa, o denli uyanık olduğunu düşünür.
Bir gün gelir, gözlemci olarak kristalleşen iradesi, güçlü keskin derin algılama kapasitesi olan bu varlık, bir şeyi sezer: Gözlemciyle gözlediği dünya birbirine fazlasıyla bağlıdır. Gözlemci dünyaya sırtını dönüp “Bana ne!” diyememekte, algı alanına giren her şeyle ilgilenmek zorunda kalmaktadır. Ve en önemlisi Gözlemci ve gözlediği dünya birlikte gelip gitmektedir. Uykudan uyanınca siyamlı ikizler gibi ikisi de var olmaktadır.
Bilinci açıldıkça, ben olarak algıladığı bedeni ağır ağır aşıp gördüğü dünyaya yayılmakta hatta görüp, işitip, hissedip anladığı tüm dünyayı bizzat “kendisi” olarak görmeye başlamaktadır.
Sonra mağara alegorileri ve Eflatun gelir. “Platon’un Mağarası”nı inceledikçe tüm dünyanın kendisini saran bir perde olup olamayacağını düşünür.
Ya kendisi gözlemci olarak sabitse ve çevresinde kendisi sandığı beden ve akıl dahil olmak üzere bir koza örülüyorsa, bu kozanın içinde dünyayı yaşıyor ve sürekli özdeşleşiyorsa?
O noktada, Gözlemci ve gözlediği dünya yerine, “temas noktası” dikkatini çekmeye başlar. Gözlemci odağını nereye verirse, o temas yüzeyinde bir kendilik, BENİM duygusu oluşmaktadır.
Adeta, Gözlemci, gözlediği cansıza can veren, ruh üfleyen bir hayat kaynağıdır.
Bu anda yolcu için temas noktasını anlamak oldukça önem taşır. Kendisini hissettiği en derin çekirdeği bulmuş mudur?
Bu temas noktası Gözlemci’den daha gerçek, daha iç bir merkez midir?
Sağdan soldan duyduğu bilgilerse, bu halin bir köprü ancak bir geçiş aşaması olduğunu ifade eder. Buradan ötede bir aşama daha vardır.
Aklın sessizleşip farkındalığın ve bütünlüğün olduğu zaman yerine, AN içinde yaşanan ve kendinin bittiği bir bilinç değişimini anlatıp durmaktadır.
Çok çok zor ulaştığı kaynaklarsa, benlik bitince / ölünce yepyeni sonsuz ve asıl yüzün hakiki ve ölümsüz varlığının ortaya çıkacağını bu illüzyondan uyanacağını anlatmaktadır.
İşte bu hal içinde, karşısına alıp incelediği, her gün bir heykeltraşın sabrı ve heyecanıyla şekil verdiği benliği giderek iyileşmeye, olgunlaşmaya başlar.
Nasıl olgunlaşmasın ki? İçinde çalışan dişlileri, işe yaramaz kalıpları, takıntıları, gereksiz ve hastalıklı ne varsa her şeyi artık rahatça görmektedir.
Yolcunun kesin olarak hissettiği bir içsel bilgi uyanmıştır. Hakikat ile arasında duran kendisine ait üretilmiş olan benlik perdesidir.
Bu benlik perdesinin gerçek olduğuna olan inancı, takıntı düzeyinde verdiği önem, her saniye onu geçmişi ve tüm alt yapılarıyla hayal edip ayakta tutma becerisi aslında müthiş bir oyundur.
Oyunun sonu gelmiş ve en büyük canavarı bulmuştur.
BENLİĞİ.
THE BOSS.
Oyun sonu canavarı.
Bu heyecanla, önce benliği susturmaya çalışır.
Nefes alışı tutar gibi. Çok iyi bir insan olmaya çalışır. Çoğu zaman bu kendiliğinden olur.
Bir gün gelir, ne yaparsa yapsın, yapılacak her şeyin benliğin faaliyeti olarak biraz daha içsel söyleşi, düşünce akışı ve özdeşleşme ürettiğini anlar.
Sonra sihirli bir çare duyar.
Hiçbir şey yapmamak!
Bunu en başta, “işin peşini bırakmak” olarak algılar, milyonlarca yolcu gibi.
“Aramayayım kendiliğinden gelir herhalde” der.
Ancak bu şekilde çalışmadığını da görür.
Aklı karışmış artık çıkış yolunu göremediği, en kötüsü de geriye de gidemediği son bölümde tıkılıp kalmıştır.
Karşısında Bölüm sonu canavarı, “en mukaddes saydığı” ve “her sözünü mutlaka yaptığı” benliği ve bu tabloyu izleyen Gözlemci.
Ne yapsındır? “Ya şu anda görürsün ya hiç”le ne denmek istenmektedir?
Zamandan ve bu dünyadan çıkış için bir kapı var mıdır?
Tekrar fark eder, bu çıkış arama mücadelesi, yapının en ustaca hileli eylemidir. Yapı her iyi niyetli kurtulma, erme, uyanma, Nirvana’ya hakikate ulaşma çabasında, zamana bir taş daha dikip varlığını bir adım öteye geçirmektedir.
Bir düğmeye basılmış gibi, benlik gerçekten durmalıdır. Akıl sonsuz sessizliğe, anıdan, hatıradan, özdeşleşmeden ve biri olmaktan öteye ulaşmalıdır.
Gerçekten hiçbir şey yapmamalıdır.
Bu sözü çevresindeki neredeyse hiç kimsenin anlamadığını çözer.
Herkes, bir şey yapmama hakkında bir şey yapmak için fikre sahiptir!
İnsan durabilir mi? Tüm faaliyetine bilinçli bir kararla, evren olmak için veya birazdan ne olacağını görmek için sona erdirebilir mi?
Bu psişenin bir ömürdür olduğu kişinin ölümü olacağı halde hastalıklı bir intihar gibi olmadan, kaçmadan, depresyona girmeden, son derece aklı selim bir kararla eylemlerine son verip akıl denen bu makinenin ötesine geçebilir mi?
Eğer sona erecekse ötesine geçecek kim olacaktır?
İçten içe öteyi göremeyeceğini anlar.
Cennet’te kimse yoktur.
Cennet’in kapısından girecek temizliğe, olgunluğa ulaşan her insan; beşerden, benlikten sıyrılmaktadır.
Bu zor anlayış, benliğin son hamlesi, satranç tahtasında son kareye ulaşan piyonun yok olup Vezir’e dönüşmesi gibidir.
Piyon bu noktadan sonra yoktur. Vezir vardır. Hep var olan ancak yeni ortaya çıkan.
Bölüm sonu canavarı geçilmiştir ama bir geçit de yoktur.
Nasıl geçildiği sorulacak bir soru değildir.
Son hamle ile karşılaşan benliğin tüm soruları ve hamleleri bırakışındaki aydınlanış gibi sade dümdüz bir pes ediştir.
Durmaktır. Anlayıştan doğan. Bıkkınlıktan ve ümitsizlikten değil. “Biri beni kurtarır” düşüncesiyle değil.
Düşüncenin oyun sonundaki en büyük silahını, “iyi bir şey yapma” ve yaparak varlığını sürdürme, Yaratıcı’yı veya büyük bir gerçeği bulma çabasının o çarkı döndürmeye devam ettirdiğini görmenin aydınlığıdır.
Sahnede “Game Over” yazar. “Oyun Bitti.”
Oyuncu sonsuzluğa gülümser ve kalkıp uzaklaşır.
Aslında daha güzel bir ifadeyle, gülümseme vardır ama artık oyuncu yoktur.
Süleyman Sönmez
11 Ekim 2022
Görseller: www.freepik.com